GÜNLÜĞÜM;
- 22 Haz 2022
- 13 dakikada okunur
GÜNLÜĞÜM;
4 Kasım 2020 Çarşamba;
Theokritos, “Yaşayanlar için umut her zaman vardır. Umutsuzluk, ölüler içindir.” Der.
Bugün depremde ölenlerin sayısı 114 oldu. Umut da onlarda uçup gitti, kendileriyle birlikte toprak oldu.
Geride kalanlar için ise umut her zaman var. Bir dayanışma içinde devletin de destekleri ile yaralar sarılabilir.
Büyük Şehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in söylediklerine göre de bu depremde evleri yıkılan ve girilemeyecek durumda olan (15) bin kişi varmış.
Cumhuriyette Feyzi Açıkalın’ın Cumhuriyetteki köşesinde yazdığına göre Celal Şengör “Silin şu 6,6 yı, bu 6,9-7,0 arası bir deprem” diye isyan ettiğini yazmış.
Yılmaz Özdil, Sözcü’deki köşe yazısında Prof. Dr. Şener Üşümezsoy’un söylediklerini aktarmış. “Aydın-İkaria fayı kırılabilir” demiş. Tarih vermemiş. İkaria adası Sisam’ın tam arkasındaymış. Fay hattı, Kuşadası, Söke, Aydın’a uzanıyormuş, Nazilli’ye devam ediyormuş. İkaria tarafında kırılırsa nispeten zararımız az olurmuş. Aydın tarafında kırılırsa fena yıkılırmışız. Kuzeyde Selçuk’u, güneyde Didim’i yıkar demiş.
Eğer İzmir körfezinde yıkılırsa tahribat daha fena olurmuş. İzmir içinden de geçen bu fay, kordon boyunca yürür, Narlıdere ve Urla’ya devam edermiş.
Bu fayda kırılma beklenebilir demiş.
Bu haber de bizi tedirgin etti. Doğanın sessizliği gibi biz de sessiz beklemekteyiz.
Hasan OKURSOY
GÜNLÜĞÜM;
6 Kasım 2020 Cuma;
İzmir-Seferihisar depreminin ardından bir hafta geçti. Olanlar ve geride kalanlar uzmanlarca değerlendirmeye tabi tutulmakta. Birgün gazetesinde Ünal Özmen “İzmir depreminde çöken Rıza Bey apartmanından kurtarılan üç yaşındaki Ayda'yı çamaşır ve bulaşık makinesi kurtardı. İki makinenin oluşturduğu yaşam boşluğu, Ayda'yı 91 saat hayatta tuttu. Ayda'nın yanında olsaydı annesi de yaşıyor olabilirdi. 80x60 cm boyutlarındaki makinelerin çevresinde oluşacak boşluk, bir hatta iki yetişkini de barındırabilir.” Diyerek depremde eğitimin önemini vurgulamak istemiş.
“Deprem anında uyulması gereken kurallar kadar yapılmaması gereken hareketleri bilmek de önemli. Bu bilgileri uygulamalı olarak edineceğimiz en önemli yer ise okuldur. Tabi çocukları depreme hazırlayabilmesi için önce okulun depreme hazırlanması gerekir.” Diye devam etmiş.
“Türkiye depremler ülkesi ise herkes deprem anında ve sonrasında alınacak önlemleri ve yapılmayacak hareketleri bilmek zorunda. MEB'in de müfredatında yer alan bu konuyu ciddiye alması” gerekmektedir diye deprem konusunda eğitimin önemini vurgulamış.
GÜNLÜĞÜM;
5 Ocak 2010 Salı;
Bugün yine farklı duygular içinde geçmiş günleri anımsadım. Arkadaşım Zeki’yi anıp durdum. Kardeşi Ali’yi aradım, “Onur’dan facebookta arkadaşlık teklifi aldım, o mu diye sordum?”. O da “Hasan abi o diye cevap” verdi. Onur evlenmiş, bir oğlu olmuş, ona babasının adını vermiş. Mutlu oldum.
Ali’den Onur’un telefon numarasını alarak onu aradım. Çok mutlu oldu. “Beni facebookta nasıl buldun?” diye sorunca “Google’da Zeki Oğlakçıoğlu diye arama yapınca, sizin Antoloji Com.daki babam için yazdığınız şiir çıktı, ondan size facebookta arkadaşlık teklif ettim” diye cevapladı.
Babasının ölümü ardından “Zeki” isimli şiirimi 23 Ekim 2007 tarihinde yazmıştım.
Hastalığında kendisini kuşçulardaki evinde eşimle ziyaret etmiştim. Zeki çok mutlu olmuştu. Geçmiş günleri anlatmıştım. Oğlu Onur’a “Hasan amcan, şiiri ve türküleri çok sever, o şiir okurken eşlik et ve sonra bir türkü söyle” demişti.
Onur sazı ile o güne farklı bir not düşmüştü. O da o günü unutmamış, telefonda yine andık durduk o günleri.
Buluşup, görüşmek için telefonu kapattık. Kapatırken “günlüğüme bugün yazılacak bir anı bıraktın, babanın ruhu dolaşıp durdu yanımızda” diye söyledim.
İşte bugün, güne düştüğüm not bu oldu.
Arkadaşımı rahmet ve özlemle anıyorum, huzur içinde uyusun.
Hasan OKURSOY
Yelki
GÜNLÜĞÜM;
6 Ocak 2021 Perşembe;
Okumayı seviyorum, ancak gözlerimin müsaade ettiği müddetçe okuyup yazabileceğimi de biliyorum.
Son günlerde gözlerimde romatizma rahatsızlığıma bağlı olan üveit atağını bir türlü atlamadım, uzaktan aldığım tedavi de pek başarılı olmadı.
Pandemi nedeni ile de göz muayenesine gidemedim.
Hepimizin uçları var
Sessiz bekler onlar
Sonunda bir uçurumdan
Bakar durur anılar
İçimize bir hüzün çöker
Yaşlandıkça gözlerimizin feri gider
Dokunduğumuz her şey
Sıcaklığımızı çeker
Ne güzeldir okumak, bildiklerine yenilerini eklemek. Kemal Tahir’in “Devlet Ana” kütüphanemde eksik imiş. Alacaklarımın içine bu kitabı da ekledim. Yazarın “Mahpus Şehrin İnsanları, Bozkırdaki Çekirdek ve Yol Ayrımı ile Göl İnsanları kütüphanemde mevcut.
Neden bilmem zaman zaman düşünürüm, kitaplarımı torunlarım ne yapar? Diye. Bir yerde onlar için de bu kitaplarımı saklarım. Belki “dedemin kitapları diyen biri çıkar” diye düşünürüm.
Unutmadan sipariş listeme Henry Miller’in “Hatırlamayı Hatırlamak” kitabını da ilave etmeliyim Ayrıca; Kutsal isyanın 4. Ve 5. Ciltleri yeniden basım işleri tamamlanmıştır. Bunlarla birlikte, Kemal Tahir’in “Hür İnsanlar” romanını da siparişlerime eklemeliyim.
İnsanın içinde okudukları önce nehir olur, denize ulaşır ve denizin mavisi karışır, oradan gülümser durur. Bende birikenler oraya başka bir anlam katar. Bu da okumadan geçer.
Okumazsan yaratamazsın ve yazamazsın, zaten okudukların yazdıklarından ve konuşmalarından sarkar durur, yazdıkların ve söylediklerin o zaman seni utandırır.
Yaşlandıkça insan unutkan olur. Bunun da çaresini son günlerde buldum. Kalın bir harita metot defteri aldım, oraya her gün bende birikenleri not etmeye başladım.
Şiir, öykü, roman ve diğer yazı türü biraz da yazarın yaşadıklarının izini taşır. Yazarın yaptığı ise güne not düşmektir. Yazdıkları ile aydınlanmacı görevini de sürdürür.
Şimdiye dek okuduklarımdan ve duyumlarımdan edindiğim izlenim budur.
Hasan OKURSOY
GÜNLÜĞÜM;
13 Ocak 2021 Çarşamba;
Arkadaşım Mustafa Güven’i telefonda aradım, facebookta paylaştığı şiiri için kutladım, şiirime yaptığı yorum için de ayrıca teşekkür ettim.
Bu şiir beni geçmiş anılara götürdü. Şiirde anlattığı “Bingöl Çobanları” şiirini arkadaşımız Hüseyin Kaya ezbere okurdu diye söyledim. Kemalettin Kamunun bu şiirini ben de sevdiğimi anlattım.
“Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı;
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,
"Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam.”
Karlıova’ya denetim için gittiğimi ve bu şiiri oralarda hayal ettiğimi belirttim. Ne zaman bu şiiri okusam Bingöl’ü ve Hüseyin Kaya’yı anımsadığımı açıkladım.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde yer alan Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın kaderi ve dizelerdeki anlatış biçiminin beni büyülediğini de dile getirdim.
“Garibim, namıma Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”
Şairin, arabası Erciyes yoluna çıkacağı sırada hancıya soru ve cevabı da dizelerde farklı anlatılmış, bu dizeleri ne zaman okusam yine duygulanırım dedim.
“Hancı, dedim, bildin mi Maraşlı Şeyoğlu’nu?
“Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
“Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
“Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti..
Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.”
Şair, Maraşlı’nın acısını dizelerine hancının söyleyişinde çok farklı yansıtmış. Diye düşüncemi aktardım.
Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları” ile Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirleri çok güzeldir. İnsan okuyunca duygu seline kapılır ve hüzünlenir.
Kemalettin Kamu, “Bayburt’ta doğmuş. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Erzurum ve çevresinde geçmiş. Bu nedenle dağlara ve yaylalara yabancı kalmamış, bu durum şiirlerine de yansımış. On yedi, on sekiz yaşlarında iken tahsil için İstanbul’a gelmiş, 1923 yılından 1933 yılına kadar Ankara’da istihbarat ve neşriyat müdürlüğünde çalışmış. 1933’te Paris’e gitmiş, orada yükseköğretimini tamamlamış. 1938 yılında tekrar Ankara’ya dönmüş ve üç dönem de milletvekili olarak siyasetin içinde olmuş. 48 yaşında da vefat etmiş.” (1)
Prof. Dr. İnci Enginün “Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisinde”, “Yazar yaşamını da dikkate alarak ruhunda Bingöl çobanlarının hatırasını taşır, şair bu şiiriyle içindeki çocuğu anlatır. “ Diye Mehmet Kaplan’ın bu şiir hakkında söylediklerini de belirtmiş. (2)
Ayrıca; “Kemalettin Kamunun şiire aruzla başladığını, daha sonra heceye geçtiğini, en çok on birli kalıbı, klâsik duraklarla kullandığını açıklamış. Yine Türk halk edebiyatının şekil, vezin ve temlerini başarıyla işlediğini, sade ve temiz dili ile Memleket Edebiyatı'nın önde gelen lirik şairleri arasında yer aldığını” yazmış.(3)
Faruk Nafiz Çamlıbel, “1922 yılında öğretmen olarak atandığı Kayseri Lisesi’ndeki görevine başlamak için soğuk bir Mart sabahında Ulukışla'dan Kayseri'ye 'yaylı' denilen at arabasıyla yapılan üç günlük bir yolculuğunu ‘Han Duvarları’ şirinde çok güzel anlatmış.
Bu şiir Ocak ayında Türk yurdu dergisinde yayımlanmış.
Osmanzâde Hamdi Bey’e ithaf edilen şiir,140 dizeden oluşmuş. Mesnevi biçiminde 7+7=14'lük hece vezniyle yazılmış. Zengin teşbih ve kafiyelerle örülmüş.
Kimi kaynaklara göre şair bu şiiri, bu yolculukta gördüklerinden esinlenerek yazmış. Kimi kaynaklara göre ise 1925 yılında Güney Doğu illerine yaptığı gezideki izlenimlerini aksettirdiği söylenmiş.
Şiirin içinde dörtlükler halinde serpiştirilmiş ‘Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ adlı meçhul bir halk ozanının dörtlükleri önemli bir yer tutmuş. Şair, yolculuk sırasında kaldığı hanların duvarlarındaki dörtlükler yoluyla, kendinden bir süre önce savaştan dönerken aynı yolculuğu yapmış Şeyhoğlu’nun izini sürmüş. Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış diye bir halk şairinin gerçekten var olup olmadığı, ona atfedilen dizelerin Faruk Nafiz tarafından mı yazıldığı veya monte edildiği tartışma konusu olmuş. İç içe geçen iki şiir de ‘yol’ temalı olarak” anılmış. (4)
Yazım uzun olacağı için bu şiirleri tekrar paylaşmadım. Fakat okumanızı dilerim.
Ancak; Savaş Ay’ın Takvim gazetesinde 19-4-2008 tarihinde yazdığı (Bestelerin Beyefendisi) başlıklı yazısındaki olayı kısaca da yazmak isterim.
Prof. Dr. Alaaddin Yavaşça’ya bir gün Faruk Nafiz Çamlıbel eşini rahatsızlığı nedeniyle muayene getirmiş. “Alaaddin Bey de cerrah hocasına hastayı götürmüş. Tüm göğsünü sarmış bir kanser hastası olduğunu ve metastaz yaptığını düşünerek, ameliyat ettirilmemesi gerektiğini ve ilaç verilerek gönderilmesini Alaaddin beye” söylemiş.
Alaaddin Bey de “Faruk beye bunu nasıl söylerim?” Demiş. Faruk Nafiz Beyin koluna girerek bin dereden bin su getirerek durumu anlatmış. Faruk Nafiz Bey hiçbir şey söylememiş. Yıkılmış bir süre sonra eşi ölmüş ve daha sonra kendisini ziyaret ederek cebinden bir kâğıt çıkarmış. ‘Bunu yazdım. Bestelersen sevinirim’ diyerek çıkıp gitmiş.
O şiir daha sonra Alaaddin Bey tarafından şarkı olarak bestelenmiş. Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok/Bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok/Bezminde kadeh kırdığımız, sevgililer yok/Bir yer ki sevenler ve sevilenlerden eser yok” (5)
Yine Kemalettin Kamu’nun “Gurbet” şiiri de Hümeyra tarafından bestelenmiştir. Her iki şarkıyı da dinlemeniz dileği ile yazımı bitirmek isterim.
Hasan OKURSOY
Yelki
Not; Ayrıca Mustafa Güven arkadaşıma teşekkür ederim. Şiiri ile hem bu iki ünlü şairimizi anmamıza, hem de eski günleri düşünmeme neden oldu. Okul günleri unutulmuyor. Sanırım aşağıdaki resim bir kış gününde Mustafa’nın okula getirdiği yeğeni idi. Ellerinden tutarak çektirdiğimiz bu resim bir anı olarak kaldı. Bu vesile ile o günleri de anmak istedim.
Kaynak;
(1) Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, Dergah Yayınları
(1) Prof.Dr. İnci Enginün, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Aralık 2001
(2) Age.
(3) Ulukışla Kaymakamlığı
(4) Savaş Ay, Takvim Gazetesi, 19-4-2008 tarihli.
GÜNLÜĞÜM;
1 Şubat 2021 Pazartesi;
Andre Gide, “Eski Yunanlılarda saza bir tel ekleyen adamın şiddetle cezalandırıldığını söylemiş ve sanatın baskıdan doğduğunu, döğüşle yaşadığını, hürlükle öldüğünü” belirtmiş.
Atalarımız da güzel söylemiş. “İşleyen demir pas tutmaz” diye. Her hışırtı bir hareketin bir yaşamın sesidir. Ses vermemek kötüdür. Düşünmek de güne göndermedir.
Zaman zaman insan içindeki çocuğu uyandırmalı, onun gibi bakmalı, onun gibi güne başlamalı. Mektuplara sinmiş gurbet sıkıntılarını açıp okumalı ve insan rahatlamalı. Bir anlık da olsa uzakları solumalı. Her gelen trende umut aramalı.
Deniz kıyısında dalgaların hışırtısını dinlemeli ve rahatlamalı. Kuytu duvar kovuklarını düşünmeli. Yazları karınca yuvasını ve uçan kuşları, dalında sekip duran çocukluğunu, her gün o sokakta arkadaşlarıyla oynadığı oyunları, o günlerin uğultusunu düşünmeli.
Kederli günlerini yırtıp atmalı, dağa taşa bağırmalı. Bulamazsa dağ taş, o zaman kaleme sarılmalı ve defterine içinde boşalan bu seli yazmalı.
Herkes kendi içinde ve gülüşünde, dalgınlığını, telaşını ve uzaklarını kuşlar gibi şakır durur. İnsan davranışlarında düşlerinde özgür müdür? Kıyısında böyle seslenir durur mu?
Kişiden kişiye değişir bu. Yine de gülümse, gülümsemenin açmayacağı bir kapı yoktur. O zaman uzaklar yakın olur. İçindeki çocuk güler durur.
Muhakkak yaşamın zorlukları da vardır. Kimimiz mutluluk arar, kimimiz günü gözler, kimimiz de yarını düşünür. Belki kayıplarının peşine düşer. Bu yaşam böyle sürer gider.
Bir de hepimizin bir gerili ipi vardır. Bir ucu sizdedir, diğer ucu bir başkasında çekilir durur, bir bakarsın kopar. İnsan üzülür, sonra da günü toparlamaya çalışır. Başarır mı? Başaramaz mı? Bilinmez, yaşam işte böyle devam eder.
Her insanda geçmişten kalan siyah-beyaz ve renkli resimler de vardır. Bu resimler saklanır, bazen ben buradayım diye onlar öksürür. Bakılan olur, bakılmayan olur. Fakat geçmişteki resimleri görmek, insanı anılarına boğar. Bellek ise her gün yeniden doğar, yeni şeyler öğrenmek için bazen geçmişin üstü örtülür.
Yazar güne not düşer. Bu sözü kimden aldım anımsayamadım, sanırım Jean Paul Sartre’den kaptım diye düşündüm. Sartre “Yazmak bir ayıklama çabasıdır” da der. Dediğim gibi anımsayamadım, zaman zaman yazılarımda kullandım. Ancak unutmamak için insan yazmalıdır. Bir gün bakarsın karşına deniz olur çıkar. Onlar okununca deniz gibi mavi mavi bakar, mutluluk taşar. Böylece insan geçmişten de kopmaz, o günleri anımsar.
Yazımı uzattım, dallandı budaklandı, yine uzun oldu.
“Gün Yorgunluğu” şiirimden bir bölümü alıntı yaparak yazımı bitirmek isterim.
…
“Akşam telaşında
Arama kayıplarını
Kim bulur kalanlarını?
Dağıtsa da karanlığını
Ne kadar taşısan da
O yorgunluğunu
Buruşturup atsan da
Kimse getiremedi dünü
Masanı donat
Biter bu ömür dediğin
Bırak parlasın harın
Sanma ki anılır adın
Ne kaldı geride?
O pasımızdan
O yangınımızdan
O umudumuzdan”
…
Bir gün daha gitti
Bu ömrümüzden
O yıkıklarımızdan
O yalnızlığımızdan”
Hasan OKURSOY
Yelki
GÜNLÜĞÜM;
3 Şubat 2021 Çarşamba;
Her insanda gençlik de bir bahar gibidir. Gelir geçer, ardından yazı yaşar ve güz kapısından bakar. Tel tel olur düşleri, çözülür dağılır o umut dediği de söner. Mektuplar mı? Unutulur gider, saklanmaz hiç biri.
Bazen insan kendi kendine “nerede benim külhanbeyi gençliğim?” diye sorar. Bulunmaz artık gelmez serinliğinde o akşamlar.
Hep çağırıp durduğu deniz, bakmaz yüzüne. Ne kadar dalgalanıp dursa da deniz uğultusunda konuşmaz, bakar durur sert kayalar.
Sen de uzaklara inat bir çığlık at. Gençlik mi? Gelmez bir daha artık.
Bu ömür dediğin ne ki bak gelip geçti trenler gibi katar katar.
Hani “git git bitmez bu yollar” diye bir söz vardır. Yol da biter ömür bittiği gibi. Bu dünyada bitmeyen ne var?
Eninde sonunda biter bu ömür, onun şakası yoktur, sen çabuk ol, arkanda bırakacaklarını yaz. Bakarsın acın bir kırağı gibi sabaha düşer.
O uzaklar… Şimdi içinde yine fokurdar.
Kim arar? bir uçurumdan bir uçurumu.
İnsanoğlu bozar durur doğanın dengini, kirletir her dokunduğu yeri, o içindeki bencilliği, korkutur doğayı, fakat gün gelir o da alır öcünü.
Gençler, gelecek sizinle mükemmeldir, eğer sizi iyi yetiştirirsek, içinize korku vermez isek. O zaman bu dünyayı sizler daha iyi kurup yönetirsiniz. Yaratıcılığınız artar, sevginiz büyür, her davranışınız günü yaşanır kılar.
Bu nedenle her yerde özgür eğitim esas olmalıdır.
Yine dal budak saldım. Yazımı kısa yazarak burada bitirmek istedim.
Hasan OKURSOY
Yelki
GÜNLÜĞÜM;
4 Şubat 2021 Salı;
Bugün, Nedim Gürsel’in seyahati üzerine, günlüğümü yazmak istedim.
Dünyada en çok adı değişen Deli Petro’nun şehri Sen Petersburg’muş.
Nedim Gürsel yazısına böyle başlamış.
“Sen Pertersburg’u kuran Deli Petro (Rus Çarı 1.Petro 1672-1725) halkına çok eziyet etmiş, Neva’nın Baltık Denizine döküldüğü yer bir bataklık imiş, burada yüz binlerce ırgat ve tutsak çalıştırarak bir şehir kurmuş ve kendi adını vermiş, daha sonra Piter adında bir azizin adıyla anılmış. Ekim devriminden sonra Lenin’in adını taşımış. Adı “Yeni Leningrad” olmuş. Sovyetlerin çöküşünden sonra referandum sonucu yeniden Sen Petersburg’a dönüşmüş. Sovyet devriminden sonra alanlardan, Lenin heykelleri tek kaldırılmayan şehir olarak anılmış.
O kadar soğuk bir kent imiş ki Gogol’un Palto öyküsüne girmiş.
Ayazı meşhur olan bu kentte kuzey ayazı, sabahları işine gidenler arasında ayırım yapmadan herkesin burnunu kavurur ve fiskeler vururmuş. Zavallı memurlar burunlarını sokacak bir yer arar dururlarmış.
Bu şehri sevemeyen Gogol da Avrupa’ya göçmüş.
Puşkin de bu kenti şiirinde çok güzel anlatmış.
“Ey kent hayranım sana! Petro’nun şaheseri seni seviyorum Yapıların uyumuyla ırmağın akışını granit taşından rıhtımlarını dövme demirden parmaklıkları aysız ama aydınlık gecelerinde gördüğüm düşleri gece lambamı yakmadan okuyup yazdığım odamı ve penceremden görülen ıssız sokaklarla Amirallik Binası’nın altın okunu seviyorum.”
Ancak sevdiği bir kadın için yaptığı düelloda kanlar içinde kalmış ve karlar içinde bu kentin kaldırımlarında yaşama veda etmiş.
O günlerden bu güne kentte çok şey değişmiş, fakat insanın iliğine işleyen soğuk ve rutubet değişmemiş. (1)
“Mihail Yuryeviç Lermontov (1814-1842), Puşkin’in ölümü üzerine Çarlık Rusya zamanında bir şiir yazmış. Bu şiir elden ele dolaşmış. Çar Nikola I, yeniliklere kapalı olduğundan, devrimci algıyı bastırmak için “Hoş dizeler… Söylenecek bir şey yok! Yasaya göre gereği yapılsın” demiş. Lermontov bunun üzerine Kafkasya’ya Nigorod Süvari alayına sürülmüş.” (2)
Aşağıda yer olan bu şiir “Şairin ölümü” adında Ataol Behramoğlu tarafından dilimize çevrilmiş.
Şairin ölümü
“İntikam, çar, intikam! Kapanıyorum ayaklarına adil ol ve katili cezalandır Ki onun idamı gelecek çağlara senin haklı yargını duyursun ve caniler örnek bulsun onda.
Şair öldü! – kuluydu namusun.- Düştü, karalanmış, söylentilerle. Düştü intikam özlemiyle, göğsünde bir kurşun eğerek gururlu başını yere!
Utancını değersiz tahkirlerin taşıyamazdı şairin kalbi o başkaldırdı yargısına sosyetenin ve öldürüldü! Yapayalnız, önceki gibi..
Öldürüldü! Neye yarar şimdi gözyaşları.. Neye yarar boş övgülerin gereksiz korosu.. Neye yarar zavallı özür mırıltıları.. Kader oynadı oyununu!
İlkin kinle kovan siz değil miydiniz onun özgür ve cesur yeteneğini; ve eğlenmek için körüklediniz bir yangını ki belli belirsizdi..
Daha ne? Eğlenin.. Son ıstıraplara dayanmaya artık gücü yetmezdi! Söndü bir meşale gibi eşsiz deha soldu alnındaki zafer çelengi..
Kurtuluş yok, soğukkanlılıkla katil indirdi vuruşu. Titremedi elindeki tabanca yüreği sanki donmuştu..
Şaşacak ne var? Uzaktan onu o benzeyeni yüzlerce kaçağa fırlatmıştı bize kaderin buyruğu talih ve rütbe avına..
Gülerek, küstahça aşağılıyordu yabancı bir toprağın göreneklerini o bizim şanımızı esirgeyemezdi ve bu kanlı an düşünemezdi elini neye kaldırdığını!
Şair öldü ve girdi toprağa O ünsüz, tatlı türkücü gibi sağır bir kıskançlığın kurbanı. Onu eşsiz bir güçle betimlemişti acımasız bir elin yere serdiği o yazgı yoldaşı ozanı..
Bırakarak barışçıl erinçleri ve saf bir dostluğu özgür yüreğin ve ateşli tutkuların boğulduğu bu kıskanç dünyaya niçin geldi? Niçin verdi elini değersiz kara çalıcılara? Niçin inandı yalan sözlere ve okşayışlara? O ki genç yasından beri insanları bilirdi..
Çıkarıp ilk çelengi alnından dikenli ve defneden bir çelenk taktılar ona, ve gizli iğneler dalların altından battılar şanlı alnına.. Ve ağulandı son anları da sinsi fısıltısıyla alaycı cahillerin. Ve öldü o -boşuna bir intikam susuzluğuyla- ve gizli üzgüsüyle kırılmış ümitlerin..
Sesleri o eşsiz şarkıların dindi bir daha duyulmamacasına. Dar ve sevimsiz sığınağında simdi Susuyor şair , bir mühür ağzında..
Ve sizler, kibirli çocukları bilinen alçaklıkla ün salmış ataların! Köle topuklarıyla çiğneyen yıkıntılarını bahtın oyunuyla incinmiş soyların! Özgürlük, defa ve şan cellatları! Tahtın yanındaki açgözü yığın! Susturun gerçeği ve yargıyı gizlenin örtüsü altına yaslanın! Fakat ey ahlaksızlar, tanrısal bir yargı ve müthiş bir yargıç bekliyor sizleri! O’nu kandıramaz altın şıkırtısı O bilir önceden her şeyi. O zaman boşa gidecek ama kötülemeler, başvuracağınız! Ve tüm kara kanınızla, şairin haklı kanını yıkayamayacaksınız!.. (1873)
Çeviren: Ataol Behramoğlu” (3)
Hasan OKURSOY
Yelki
Kaynak;
(1) Nedim Gürsel, Dünyada En Çok Adı değişen, Deli Petro’nun Kenti-Sen Petersburg, İzler ve Gölgeler, Doğan Kitap -2012.
(2) Şairin Ölümü, Mihail Yuryeviç Lermontov, Artshop Yayınları Çevirmen Kansaubiy Miziev, Ahmet Necdet 1. Baskı, Ocak- 2008 İstanbul.
(3) Age.
GÜNLÜĞÜM;
6 Şubat 2021 Cumartesi;
İnsan yalnızlığını hep taşır durur. Yalnızlığından dert yanmayan hemen hemen yoktur.
Çocukluk ve öğrencilik günlerimiz hepimizde şimdi aranır durur. Güzel günlerdi diye sayıklanır. Yıllar sonra okul arkadaşlarınızla buluşmalarınız ve gezileriniz karşıda mırıldanır. Ele avuca sığmayan gençliğiniz, yaşlanınca aranır. Yaşlılık da güzeldi diye söyleniriz, akşama düşen kızıllığında, anılarımız güne damga vurdukça o günler anlatılır.
Bu bulaş ortamı her şeyi alt üst etti. Bilmem sağlık olur da yeniden arkadaşlarımızla buluşma ve gezilerimiz olur mu? Yeni yerleri görmek gerçekleşir mi?
Fakat bu bulaş ortamında aramızdan ayrılan arkadaşlarımızın acısı bir köz gibi yüreğimize düşer ve içimiz kavrulur.
Bu yıl bir şubat daha yaşadık ve bademin çiçekleri açtı. Eğer bu zemheride soğuklar geri dönerse onları vuracak.
Bilirim trenler yine katar katar geçecek. Bir posta treni acılarımızı yollara serecek.
O bekleme salonlarında, o garajda ve limanlarda içimizdeki köz başka tütecek.
Günler bir bir geçer, yalnızlık. İnsanı sağır eder. Güne düşen telaşımızda o hep buradayım diye söyler. Bizimle yorulur, kalır ve karşıda yine solur. Kıyıları da bırakmaz seninle dolanır durur.
Sevindiğin ve üzüldüğün anlar da olur. Bazen sevincin bile şaşkın şaşkın bakar. Hüzün de öyledir, birden içine kasvet çöker.
Hani Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde söylediği gibi;
“Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.”
Hangimiz o bıraktığımız günleri aramaz. Şair bundan olacak aynalara da sitem etmiş.
“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?”
Güzel bir şiirdir. Şair otuz beş yaşını anlatmış, bir de bizim yaşa kadar yaşamış olsa kim bilir neler anlatır?
Bu yaşta insan her gün yanıp yanıp tutuşur. Közünde bazen ışır, geceleri uykusuzluk insanı boğar.
İnsan yaşlanınca, bu dünyadan ayrılışının yakın olduğunu da anlar. O delikanlı günleri aklına gelir. Sonunda bir su damlası gibi toprağa düşer ve kayıp olur.
Hasan OKURSOY
Yelki
GÜNLÜĞÜM;
22 Haziran 2022 Çarşamba;
Feridun Andaç, “Günce; okunup geçilen, gün içinde olup bitenlere, yaşananlara bakan bir bakışla yazılandır.” Diyerek devam eder. “Yazdıktan sonra bir daha pek dönüp okumazsınız. Oysa Günlük, her anlamda zamanın ruhunun kayda geçirilişidir.” Der.
Benim de yazdıklarımda yaptığım bu. Okuduklarımdan yaşadıklarımdan bana kalanları not edip yazarak, zamanın ruhunu kayda geçiriyorum.
Bugün Ayşe Acar’ın babalar günü ile ilgili T24 gazetesindeki yazısını okudum. Daha sonra da “Göç Hikayeleri” köşe yazılarından olan bir başka yazısını buldum.
Bu yazısından “Bana kalırsa bir insanı en çok büyüten şey, ülkesini, ailesini, kültürünü terk ederek, bambaşka bir kültürde, havası suyu bambaşka bir diyarda yeni bir yaşam kurmaya çalışması... 20'lerde bu elbette kolay, ama 40'tan sonrası için öyle zorlayıcı bir süreç ki, insanın becerebilmesi için, dönüp mutlaka kendisine bakması, neyi niye yaptığını anlaması gerekiyor. Türkiye'de yıllardır kapanmayan yaralarım, burada tek tek kapanmaya başlıyor.” Bölümünü de günlüğüme aldım. (1)
Kanada’ya gittiğinde kendisine “"Üç yıldan önce alışamazsın, beş yıl kalırsan dönemezsin" Diye söylemişler. Bu yazısında da “Neden geldim, ne öğrendim, alıştım mı?” sorularının cevaplarını anlatmaya çalışmış.
Yazısının sonunda da “Alıştım mı?” sorusunu şöyle cevaplamış “Evet, alıştım. Üç yıl gerçekten sihirli bir süre mi bilmiyorum. Ama banka sisteminden trafiğine kadar farklı olan bir ülkeye alışmak, yeni bir çevre edinmek, iş bağlantılarını sağlamlaştırmak ve aynı zamanda ‘Oralı’ hissetmek için yeterli bir süreymiş.” Diye cevaplamış. Hatta “Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" diye bir de kitap yazmış.
Fakat ülkesini ve sevdiklerini çok özlüyormuş. Gözlerini kapayınca Ayasofya tüm haşmetiyle karşısında duruyormuş. Zaman zaman Zeki Müren’i dinlerken de "Hiç ayrılamam derken, kavuşmak hayal oldu." Diye de içinden geçenleri yazmış.
Hasan OKURSOY
Yelki
Kaynak;
1-Ayşe Acar, Göç Hikayeleri köşesinde yazdığı, Kanada’da üç yıl... “Neden göç ettim, ne öğrendim, alıştım mı?”, 15 Temmuz 2020 tarihli T24 İnternet Gazetesi.


